Bazı geceler vardır; saatleri değil, yürekleri durdurur. Zamanın akmadığı, kelimelerin sustuğu, umutla korkunun aynı göğüste çarpıştığı geceler... 15 Temmuz 2016, işte böyle bir geceydi. Gökyüzü yıldız yerine kurşun yağdırdı o gece. Şehirlerin üstüne çöken sis, sadece hava olaylarından ibaret değildi; milletin iradesini boğmak isteyen karanlığın örtüsüydü.
Ama o karanlıkta bir şey oldu: Gölgelerin içinden bir kıvılcım doğdu. O kıvılcım, kısa sürede bir halk yangınına dönüştü. Korkusuzca sokağa çıkan, namlunun ucuna yürüyen, gövdesini toprağa koyarak geçit vermeyen insanlar… Sanki her biri birer yıldızdı; geceye direnmek için gökyüzünden yeryüzüne inmişlerdi.
O gece, devletin damarlarına sızmış virüsler, halkın kalbine inmeye yeltendi. Sessizce büyütülmüş bir ihanet tohumu, tanklara dönüşüp sokaklara sürüldü. Uçaklar semaya değil, ihanete kalktı. Meclis, milletin sesi değil; bombaların yankısıyla çınladı. Ama asıl şaşırtıcı olan, gökyüzünün karardığı bir anda yeryüzünün parlamaya başlamasıydı.
Milletin içinden bir volkan gibi fışkırdı cesaret. Evlerinden çıkan insanlar, korkularını ayakları altında ezip meydanlara yürüdü. Sanki her bir insan, yıldızsız gecenin ortasında parlayan bir kandildi. Tankların önüne yatanlar, demokrasinin üzerine kapanmış bedenlerdi. Kurşunlara göğsünü siper edenler, bu toprakların tapusunu kendi kanıyla yeniden mühürleyenlerdi.
Her tank paleti, toprağa çizilmiş bir tehdit mektubuydu. Her kurşun, halk iradesine yazılmış bir son çağrı. Ama halk bu çağrıya boyun eğerek değil, ayağa kalkarak cevap verdi. Kadınlar, çocuklarını dualarla arkasında bırakıp meydana indi. Gençler, kalemlerini bir kenara koyup, "ya istiklal ya ölüm" şuuruyla yürüdü. Yaşlılar, yılların yorgunluğuna rağmen bastonlarını yere vurarak "ben de buradayım" dedi.
Bu bir savaş değildi; bu, teslimiyet ile direniş arasındaki çizgide yaşanan bir ruhsal seferberlikti. Bu bir halkın ayağa kalkışı değil, aslında yeniden doğuşuydu. Her siper olan beden, her yükselen bayrak, tarihin sessiz sayfalarına birer çığlık olarak yazıldı.
O gece kalem sustu, silah konuştu. Fakat sabah olduğunda silahlar susmuş, kalplerin yazdığı destan dile gelmişti. Çünkü bu millet, kurşunla değil, kalple yazmayı bilen bir milletti. Demokrasi, sadece bir kelime değildi artık; bir çığlık, bir ağıt, bir direniş, bir uyanıştı.
Her milletin tarihinde bir "bedel" vardır. Türkiye'nin bedeli, 15 Temmuz gecesi ödendi. 251 yürek, bu vatanın yeniden doğması için toprağa düştü. Ama her düşen, aslında yeni bir filiz oldu. Çünkü toprak, en verimli dualarını şehit kanıyla sulandığında verir. O gece toprağa düşenler, sadece insanlar değil; korkular, teslimiyetler, suskunluklardı.
15 Temmuz'un sabahı bir güneş doğdu ki; yalnızca gökyüzünü değil, milletin alnını da aydınlattı. O güneş, tank paletlerinin ezemediği bir iradenin ışığıydı. O ışık, demokrasiyi sadece sandıkta değil, sokakta da savunabilen bir milletin yüreğinden doğmuştu.
Ve şimdi, o gecenin üzerinden yıllar geçse de, o karanlığın hafızası hâlâ canlı. Çünkü unutmak, ikinci kez ölmek demektir. Bu millet, o gece yalnızca bir darbeyi değil; kendi içindeki karanlığı da yendi. Şimdi her 15 Temmuz, bir anma değil; bir hatırlayış, bir uyanıklık çağrısıdır.
O gece şehit olan 251 insan, toprağa değil, tarihin en şerefli sayfasına düştü. Onlar yalnızca birer sayı değil; her biri birer kıssa, birer dua, birer meşaledir. Gaziler, bedeninde taşıdığı yaralarla, bu milletin canlı hafızalarıdır artık. Ve biz, her yıl aynı vakitte o geceyi anarken, yalnızca olanları değil; olmaması gerekenleri, bir daha yaşanmaması gereken kâbusları da hatırlıyoruz.
Bir daha böyle bir gün yaşanmaması dileğiyle. NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE.