John Stuart Mill, 19. yüzyıl düşünce tarihinde liberalizmin ahlaki temellerini genişleten ve
modern feminizmin felsefi zeminini hazırlayan bir düşünürdür. Onun özgürlük anlayışı, klasik
liberalizmin ekonomik ve siyasal sınırlarını aşarak bireyin zihinsel ve ahlaki özerkliğine
yönelir. Kadınların Köleleştirilmesi adlı eseri, bu yönelimin somutlaştığı bir metindir. Mill
kitaplarında kadınların erkeklere tabi kılınmasını tarihsel bir eşitsizlik ve insan aklının kendi
ilkeleriyle çelişmesi olarak ele alır. Ona göre bu durum modern uygarlığın içindeki en derin
tutarsızlıktır: adaletin savunulduğu bir çağda hâlâ zorun yasasının sürmesi.
Mill'in amacı yalnız kadınların yasal haklarını savunmak değildir; daha temelde insanlığın
kendi vicdanına karşı sorumluluğunu hatırlatmaktır. Bir toplumun yarısı hâlâ "doğal" sayılan
bir bağımlılık ilişkisi içinde yaşamaktaysa, o toplumda düşünme yetisi yerini alışkanlığa,
özgürlük ilkesi ise yerini itaate bırakmıştır. Mill'in eleştirisi bu noktada toplumsal bir reform
çağrısından öteye geçer; insan aklının kendi sınırlarını sorguladığı bir etik felsefesine dönüşür.
Bu düşünsel hattın devamı niteliğindeki Kadınların Özgürleşmesi kitabı, Mill'in temel
argümanını tamamlayan bir metin olarak okunabilir. Kadınların Köleleştirilmesi'nde
toplumsal köleliğin kökeni teşhir edilirken, Kadınların Özgürleşmesi kitabında özgürlüğün
ahlaki boyutu tanımlanır. Mill'e göre insanlık eşitliği içselleştirerek özgürleşebilir. Bu nedenle
onun düşüncesi cinsiyet eşitliğini savunmakla kalmaz; aklın kendi iç tutarlılığını, adaletin ise
evrensel geçerliliğini yeniden kurmayı amaçlar.
Mill böylece doğayı toplumsal düzenin bir gerekçesi olmaktan çıkarıp, özgürlük talebinin
ölçütü haline getirir. Gerçek doğallık bir cinsiyetin diğerine tabi olmasıyla değil, her bireyin
potansiyelini özgürce gerçekleştirmesiyle mümkündür. Kadınların doğaları hakkında
konuşabilmek için, önce onların özgürlük koşullarını yaratmak gerekir
John Stuart Mill'in düşünce sisteminde "doğallık" kavramı, toplumsal meşruiyetin en sinsi
biçimlerinden birini oluşturur. İnsan zihni uzun süre varlığını koruyan bir durumu kökeninden
kopararak "doğa yasası" haline getirmeye eğilimlidir. Böylece tarih boyunca güç ilişkileri,
alışkanlığın sürekliliği sayesinde doğanın zorunluluğuymuş gibi görünür. Mill'e göre
kadınların erkeklere tabi kılınışı da tam bu zihinsel mekanizmanın ürünüdür: insanlık,
yüzyıllar boyunca süren fiilî bir tahakkümü öyle içselleştirmiştir ki, bu düzen artık
sorgulanamaz bir doğallığın kılığına bürünmüştür.
Mill'in bu noktada yaptığı ayrım keskin ve dönüştürücüdür: "doğal olan" ile "alışılmış olan"
arasındaki fark, uygarlığın ahlaki derinliğiyle ölçülür. Toplum, kadınların duygusal
eğilimlerini, uysallıklarını ya da kamusal yaşama ilgisizliklerini, kendi kurduğu sistemin
tekrarı olarak üretmiştir. Kadınlar, özgür iradeleriyle şekillenmiş bireyler olarak görülmemiş,
yüzyıllar süren toplumsal baskının kalıpları içinde yetişmiş varlıklar olarak gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla "kadın doğası" diye adlandırılan şey, doğadan ziyade kültürün uzun süreli
telkininin bir sonucudur; insan zihninin doğaya atfettiği bu görüntü, aslında kendi tarihinin
baskısından başka bir şey değildir.
Mill, kadın doğasına ilişkin tüm bilgilerin özgürlükten yoksun koşullar altında üretildiğini
hatırlatarak, bu bilgilerin geçerliliğini sorgular. Kadınların özgür iradeleriyle "eylem" imkânı
bulamadıkları bir toplumda, onların "doğası" üzerine söylenen her söz, baskının biçimlerini
tarif eden bir belgeden öteye geçemez. Bu nedenle kadınların gerçek doğasına ulaşmanın ilk
koşulu, onların özgürleşmesi ve kendi varlıklarını deneyimleyecek toplumsal alanların
açılmasıdır.
Mill'in tarih anlayışı, insanlık serüvenini iki büyük ilke arasındaki gerilimde okur: "zorun
yasası" ile "aklın yasası." Zorun yasası doğanın ilk dönemlerine ait, gücün hak sayıldığı bir
düzenin ilkesidir; insanın insan üzerinde egemenlik kurduğu her biçim, bu ilkenin tarihsel
kalıntısıdır. Aklın yasası ise adaletin ve eşitliğin bilinçli olarak tesis edildiği, insanlığın kendi
içgüdülerini aşarak kurduğu ikinci aşamayı temsil eder. Mill'e göre tarih boyunca toplumsal
kurumların büyük kısmı, bu iki ilkenin iç içe geçişiyle şekillenmiş, uygarlık dediğimiz şey ise
zorun yasasının alanını daraltma süreciyle ilerlemiştir.
İlk insan topluluklarında yönetimin temeli fiziksel üstünlüktü. Bedensel güç, toplumsal
otoritenin meşruiyet ölçütü olarak kabul ediliyordu. Erkek, kadından daha güçlü olduğu için,
onun üzerinde egemenlik kurma hakkını doğadan aldığını varsaymıştı. Bu varsayım zamanla
alışkanlığa, alışkanlık da yasaya dönüşmüştür. Böylece ilkel bir olgu -fiziksel üstünlüğün
doğurduğu fiilî iktidar- ahlaki ve hukuki bir meşruiyet kazanmıştır. Mill, insanlığın bu
noktada doğanın kaba kuvvetine teslim olduğunu söyler; çünkü adalet yalnızca aklın
rehberliğinde doğa karşısında anlam kazanır.
Zorun yasasının hâkimiyetinde kurulan toplumlar, bireyin iradesini tanımak yerine gücü
kutsallaştırır. Mill'e göre erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğü de bu tarihsel sürekliliğin
bir uzantısıdır: fiziksel fark zamanla ahlaki bir hiyerarşiye dönüşmüştür. Oysa uygarlığın
ilerlemesi, tam da bu hiyerarşinin çözülmesiyle ölçülmelidir. Köleliğin kaldırılması,
derebeyliğin yıkılması, mutlak monarşinin sınırlanması hep aynı evrim çizgisinin
aşamalarıdır. Ancak kadınların bağımlılığı, bu zincirin son halkası olarak varlığını
sürdürmektedir; Mill'in ifadesiyle, "uygarlığın kalbinde saklı kalan en eski barbarlık biçimi."
Zorun yasasından aklın yasasına geçiş, siyasal kurumların ve ahlaki bilincin dönüşümünü
gerektirir. İnsanlık, adalet ilkesini yarım uyguladığı sürece, kendi ilerleme iddiasını zedeler.
Kadının bağımlılığı sürdükçe, aklın yasası yalnızca kamusal alanla sınırlı bir iddia olarak
kalır; özel alanın içinde ise hâlâ zorun yasasının sürekliliği hüküm sürer. Mill, bu durumu
insanlığın içsel bir çelişkisi olarak yorumlar: aklın rehberliğini ilan eden çağ, hâlâ gücün
mirasını sürdürmektedir. Kadın üzerindeki tahakküm, bu çelişkinin en görünür biçimidir.
Toplum, adaletin evrensel bir ilke olduğunu söylerken, aynı anda evin kapısının ardında bir
hiyerarşi kurar. Bu ikilik modern özgürlük fikrinin en derin paradoksudur.
Aklın yasasının tam anlamıyla yürürlüğe girmesi Mill'e göre, gücün yerini adaletin aldığı,
alışkanlığın yerini bilincin doldurduğu bir ahlaki evrimi gerektirir. Kadının özgürlüğü bu
evrimin son halkasıdır; çünkü insanlığın kendi içgüdülerine karşı kazandığı zafer, ancak en
köklü tahakküm biçimi ortadan kalktığında tamamlanacaktır. Mill'in bu düşüncesi bir
toplumsal eleştiri olmanın yanında bilgi felsefesi açısından bir devrim olarak okunabilir.
Kadınların doğasına ilişkin yargılar, tarihsel olarak bastırılmış hayatların gözlemlenmesiyle
şekillenmiştir. Mill, bilginin kaynağını özgürlüğe, özgürlüğün ölçüsünü ise akla bağlayarak,
Aydınlanma düşüncesinin deneyci mirasını ahlaki bir temele yerleştirir.
Mill'in evlilik kurumuna yaklaşımı, toplumsal yapının ahlaki temelini yeniden düşünmeye
yönelir. Ona göre modern çağ, köleliği yasalar düzeyinde kaldırmış, siyasal alanı özgürlük
ilkeleriyle biçimlendirmiştir; ancak aynı çağ, evin kapıları kapandığında hâlâ eski bir itaati
sürdürür. Evlilik, görünüşte sevgiye, gerçekte ise hiyerarşiye dayalı bir düzenin adı haline
gelmiştir. Kadın, yasal ve ekonomik konumuyla kocasına bağlıdır; onun mülkiyet hakkı, geliri
ve bedeni üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bu durum zorbalığın en eski biçiminin modern
uygarlık içinde yeni bir kılığa bürünmüş hâlidir. Ailede kurulan güç dengesi, toplumun adalet
anlayışını yansıtır. Kadının erkeğe tabi olduğu bir aile düzeni, hukukun eşitlik ilkesine
dayanan bir devletin ruhuyla bağdaşmaz. İnsan, evde öğrendiği ahlakla kamusal alanda
davranır; bu yüzden ev içi hiyerarşi, toplumun özgürlük kültürünü biçimlendiren gizli bir okul
gibidir. Kadınla erkek arasındaki eşitlik gerçekleşmediğinde, adalet ilkesi de tam anlamına
ulaşamaz.
Mill, sevgi kavramını da bu bağlamda yeniden yorumlar. Bir insanın özgürlüğünü koruyarak
sevmek, en yüksek ahlaki olgunluğun göstergesidir. Sevgi adına kurulan tahakküm ise hem
seveni hem sevileni zayıflatır. Evlilikteki itaat anlayışı, sevgiyi bir sorumluluğa, duyguyu bir
görev bilincine indirger. Bu nedenle evlilik, insanın en kişisel alanında bile güç ilişkilerinin
sürekliliğini sağlar. Mill, özgürlük fikrini evlilik kurumuna taşıyarak, duygusal alanla siyasal
alan arasındaki sınırları kaldırır.
John Stuart Mill'in Düşüncesinin Günümüzdeki Konumu
John Stuart Mill'in özgürlük, akıl, adalet ve cinsiyet eşitliği üzerine kurduğu kavramsal yapı,
bugünün dünyasında yeni toplumsal biçimlerle karşılaşarak hem genişler hem de yeniden
anlam kazanır. Mill'in çağında özgürlük, bireyin devlet ya da gelenek karşısındaki özerkliğini
koruma mücadelesiydi; günümüzde ise özgürlük, kimliklerin, söylemlerin ve görünmez
iktidar biçimlerinin içinde yeniden tanımlanan bir deneyim hâline gelmiştir.
Mill'in "zarar ilkesi", yani bireyin eylem alanının başkasına zarar vermeme sınırında
belirlenmesi, çağdaş hukuk ve siyaset felsefesi açısından hâlâ temel bir ilkedir. Bu ilke klasik
liberalizmin sınırlarını aşarak, insan onurunu merkeze alan etik sistemlerin ana omurgasını
oluşturur. Ancak çağdaş toplum, zararın yalnız fiziksel baskı biçimleriyle sınırlı kalmadığını,
kültürel, psikolojik ve ekonomik düzlemlerde de ortaya çıktığını göstermiştir. Gözetim
teknolojileri, bilgi manipülasyonu, dijital tahakküm ve ekonomik eşitsizlik gibi olgular,
Mill'in özgürlük anlayışını yeni sınamalarla karşı karşıya bırakır. Buna rağmen onun bireysel
özerklik vurgusu, her türlü iktidar yapısının eleştirisinde ahlaki bir ölçüt olarak yaşamaya
devam eder.
Mill'in kadın özgürlüğü konusundaki düşünceleri, günümüz feminizminin en sağlam tarihsel
dayanaklarından birini oluşturur. Kadınların Köleleştirilmesi kitabında dile getirilen "kadın
doğası toplumsal koşulların ürünüdür" yargısı, modern toplumsal cinsiyet kuramlarının
öncülü sayılır. Mill kadının eğitimi, çalışma hakkı ve siyasal temsili aracılığıyla eşit yurttaşlık
bilincine ulaşacağı bir düzen tasarlar. Mill'in akla dayalı eşitlik ideali, modern çağda
farklılıkların tanınmasına yönelen bir çoğulculuk anlayışına evrilir; ancak bu evrilme Mill'in
düşüncesinin temelini zayıflatmaz, tam tersine onun evrensel yönünü pekiştirir.
Bugünün dünyası, Mill'in inandığı ilerleme fikrini karmaşık bir sınavdan geçirir. Bilimsel
gelişmeler, teknolojik hız, bilgi dolaşımı ve kültürel çeşitlilik, özgürlük fikrini hem
zenginleştirir hem de sürekli bir sorgulama alanına dönüştürür. Yine de Mill'in temel
varsayımı -insanın akılla donatılmış bir varlık olarak kendi potansiyelini özgür iradesiyle
geliştirebileceği inancı- hâlâ çağdaş hümanizmin merkezinde yer alır. John Stuart Mill'in
düşüncesi, modern felsefe tarihinde özgürlük kavramının ahlaki, toplumsal ve epistemolojik
boyutlarını bir araya getiren en kapsamlı sistemlerden birini oluşturur. Kadınların toplumsal
konumuna ilişkin tespitleri, insan aklının kendi iç tutarlılığını yeniden inşa etme sürecinin
ifadesidir. Mill'e göre, kadınların bağımlılığı insanlığın entelektüel gelişimini sınırlayan en
temel engellerden biridir; bir cinsiyetin iradesinin bastırıldığı bir toplumda aklın
evrenselliğinden söz edilemez. Mill'in ortaya koyduğu bu düşünce sistemi, çağdaş dünyada da
geçerliliğini korur; adaletin ölçüsü, bireyin iradesiyle toplumun vicdanı arasındaki dengeyi
kurabilme yetisinde aranır. Kadınların özgürleşmesi, bu dengenin en somut biçimidir ve
insanlık tarihinin rasyonel olgunluk aşamasına ulaşmasının zorunlu koşulunu temsil eder.
John Stuart Mill'in kadın özgürlüğüne ilişkin düşünceleri, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı
düşünce hayatında yeni bir anlam alanı kazanmıştır. Bu etki yalnız Batı felsefesinin bir
yansıması biçiminde kalmamış, yerel bir ahlak anlayışı ve kültürel yenilenme arayışının
parçası olarak gelişmiştir. Fatma Aliye Hanım ve Emine Semiye, Mill'in özgürlük ve akıl
merkezli yaklaşımını, toplumsal terbiye, ahlak ve vicdan kavramlarıyla bütünleştirerek
kadının eğitimi, düşünsel yetkinliği ve kamusal temsili üzerine yeni bir bilinç oluşturmuştur.
Fatma Aliye, kadının toplum içindeki görünürlüğünü ahlaki bir meşruiyet zeminine
yerleştirirken; Emine Semiye, kadın özgürlüğünü adalet ilkesinin toplumsal ifadesine
dönüştürmüştür. Bu yönelim özgürlük fikrinin kültürel temellerini derinleştirerek Mill'in
felsefesinde yer alan "aklın yasası" kavramını Osmanlı düşüncesinin değerler dünyasıyla
buluşturmuştur.
Bu düşünsel çizgi 20. yüzyılın başlarında Halide Edib Adıvar, Nezihe Muhiddin, Şükûfe
Nihal Başar ve Ulviye Mevlan Civelek gibi öncü kadın yazarların katkılarıyla genişlemiştir.
Halide Edib, bireysel iradeyi ulusal kimliğin inşasıyla ilişkilendirmiş; Nezihe Muhiddin,
Kadınlar Halk Fırkası girişimiyle kadınların yurttaşlık bilincini kurumsal bir zemine
taşımıştır. Şükûfe Nihal, kadının eğitimi ve ekonomik yaşama katılımını uygarlığın gelişme
koşulu olarak görmüş; Ulviye Mevlan Civelek ise Kadınlar Dünyası dergisi aracılığıyla kadın
haklarını entelektüel bir mücadele alanına dönüştürmüştür. Nigar Hanım ise bu kuşağın
hemen öncüllerindendir; şiirlerinde kadının iç dünyasını kamusal bir bilinçle dile getirerek
sonraki kadın yazarların düşünsel yönelimlerine estetik bir zemin kazandırmıştır.
John Stuart Mill'in kadın özgürlüğüne ilişkin felsefi yaklaşımı, insanlığın ahlaki evriminde bir
dönüm noktasıdır. Onun düşünce sistemi, özgürlük fikrini bireysel hakların ötesine taşıyarak
aklın ve vicdanın evrensel sorumluluğuna dönüştürür. Kadınların toplumsal konumu, Mill
açısından insan aklının kendi ilkeleriyle kurduğu ilişkiyi sınayan tarihsel bir olgudur. Bu
nedenle kadın özgürlüğü, adaletin gerçekleşme alanı ve uygarlığın iç tutarlılığını gösteren
ahlaki bir ölçüt hâline gelir. Mill'in "aklın yasası" kavramı, insanlığın kendi doğasını aşarak
bilinçli bir etik düzen kurma iradesini simgeler. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan kadın
düşüncesi, bu mirası yerel değerlerle birleştirip evrensel bir vicdan ilkesine dönüştürmüştür.
Kadınların kamusal, entelektüel ve ahlaki varlığı, insanlık tarihinin rasyonel olgunluk
aşamasına ulaşmasının temel göstergesi olarak varlığını sürdürür.