Tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış öyle bazı anlar vardır ki, yalnızca bir insanın
cesaretiyle anılmazlar, bir çağın kalbinden koparılan o büyük hakikatle de bilinirler. Giordano
Bruno'nun yaşadıkları da işte böyle bir hakikatin çığlığıdır. Giordano Bruno'nun son sözleri,
yakıldığı odun yığınının alevlerine rağmen asla susmayan zihninden doğan bir çağrıdır: ''Siz,
benden daha çok korkuyorsunuz.''
İnsanoğlu çoğu zaman karanlığı delip geçen bir fikirden korkar. Çünkü fikir, zincirlerle
bağlanamaz. Ne bağnazlığın kurallarıyla ne de iktidarın korkutucu parmaklarıyla diz çöker.
Bruno, evrenin sonsuz olduğunu söylediğinde yalnızca bir kozmoloji önermedi; o, aklın
zincirlerini de kırdı, Tanrı'yı yalnızca gökyüzüne ait değil, düşüncenin de bir parçası kıldı. Bu
yüzden yakıldı.
Fikirleri ateşle sınayan bir dünyada, Bruno'nun direnci bir düşünürün trajedisini anlatır ve
hâlâ daha öğrenmek istemediğimiz, ders almadığımız bir gerçeğin kanıtıdır. Kaç kişi onun
gibi düşüncesinin arkasında durabilir? Kaç kişi, susturulmak istense de kendi iç sesini
bastırmaz? Bugünün dünyasında artık insanlar yakılmıyor belki, ama düşünceler hâlâ
sansürleniyor, farklılık hâlâ tehlike sayılıyor, hakikat hâlâ susturulmak isteniyor.
Onu yakarak yok edeceklerini sandılar. Oysa Bruno, alevlerin arasında yakılırken fikirlerinin
ışığında ölümsüzleşti. Şimdi, yakıldığı meydanda bir heykel duruyor ve her gün gençlerin
bıraktığı çiçeklerle konuşuyor insanlığa. "Ben sustum, ama düşüncem hâlâ konuşuyor. Ya
sen? Kendi gerçeğini ne zaman haykıracaksın?"
Fikrin Cezalandırıldığı Yüzyıllar
Tarih boyunca fikirlerin yazıldığı kâğıtlar ve fikirleri üreten zihinlerin bedenleri yakıldı. Ateşe
verilen, çoğu zaman bir düşünceydi; farklı düşünen bir insanın, çağının kalabalığına uymayan
cümleleriydi. Kimi zaman yakılan kitaplar oldu, kimi zaman kadınlar, kimi zaman da
bilginler. Alevlerin dumanı göğe değil, insanlığın belleğine ve tarihe yazıldı.
Orta Çağ karanlık bir dönemdi ve aynı zamanda suskunlukla kutsanmış bir çağdı. Fikirlerin
fısıltıya dönüşmesinin, korkunun hüküm sürdüğü zamanların adıydı. Hypatia'nın bilimi,
Galileo'nun dürbünü, Bruno'nun evreni bu sessizliğin içinde yankılandı. Onlar, yalnızca bilgi
peşinde koşmadılar; insanın düşünceyle özgürleşme ihtimalinin öncüsü oldular.
Hypatia, İskenderiye'de yıldızlara bakıyordu, matematik öğretiyordu. Kadın olduğu için,
bilgeliği tehlike sayıldı. Bir çetenin ellerinde vahşice öldürüldü. Onun suçu, erkeklerin bile
sormaya cesaret edemediği soruları sormak, düşünceye kadın sesiyle dokunmaktı.
Galileo, "Dünya dönüyor," dedi. Sıradan bir cümle gibi görünse de, o cümledeki devrim,
kilisenin göğe yerleştirdiği düzeni sarstı. Susturuldu. Galileo, kiliseye göre fikrinden
dönmeliydi, eğer dönmezse tıpkı Bruno gibi ateşe yürümeyi seçecekti. Onun sesi susturuldu
belki, ama duyulmak istediği yer belliydi: Gelecek yüzyıllar.
Fikirler neden korkutur bazılarını? Çünkü fikir, yerleşik düzeni tehdit eder. Ezberlenmiş
fikirleri, sorgulanmayan otoriteleri, susmayı bir erdem sanan toplumları. Düşünen insan, çoğu
zaman yalnız kalır. Çünkü onun cesareti, başkalarına korkularını hatırlatır.
Ateşle sınanan her düşünce, aslında insanlık tarihinde bir sayfa daha açar. Yakılan her kitap,
kapatılmak istenen bir bilinci temsil eder. Ama tarihin bir ironisi olsa gerektir; yakılan fikirler
ölmez, hatta daha da büyür. Bruno bugün bir heykelin görüntüsünde yaşıyorsa; fikirleri
konuşuluyorsa, Hypatia yıldızlarla anılıyorsa, Galileo'nun dürbünü hâlâ gökyüzüne
çevriliyorsa, o susturulmuşluk artık yenilmiştir.
Bugün belki kitaplar yakılmıyor, ama fikirler hâlâ susturuluyor. Dijital çağın sansürleri, yeni
engizisyonlar yaratıyor. Yüzyıllar geçse de, düşünceyi susturmak isteyenler değişmiyor. Ama
bir gerçek de değişmiyor: Hiçbir ateş, hakikatin ışığını sonsuza dek söndüremez.
İktidarın En Büyük Korkusu Düşünce
Güç, çoğu zaman suskunluktan beslenir. İtaatle örülmüş bir sessizliktir, baskının en verimli
toprağıdır. Düşünen biri bu sessizliği deldiğinde, o gücün en büyük korkusu başlar. Çünkü
iktidar, en çok kendi mutlaklığına inanan kitlelerden korkar; ama daha çok, onların bu
mutlaklığı sorgulamasına neden olacak bir tek fikirden korkmaktadır.
Düşünce, salt bir fikir olmaktan öte, bir zincir kırılmasıdır. Ve her kırılan zincir, korku üzerine
inşa edilmiş olan iktidarın gözünde potansiyel bir devrimdir. Giordano Bruno'nun evreni
sonsuzdu; ama kilisenin kurduğu düzen sınırlıydı. Hypatia'nın bilgisi genişti; ama iktidarın
cehaleti onu kuşatmak zorundaydı. Galileo, evrenin merkezine insanı değil, gerçeği
koyduğunda, otorite panikledi. Çünkü düşünce, her zaman mevcut düzenin kırılganlığını açığa
çıkarır.
İktidar neden düşünceden korkar?
Çünkü düşünce, uyanışı getirir.
Çünkü düşünen insan, biat etmez.
Çünkü soran biri, susturulmuş binlerin sesi olabilir.
İktidar, hakikatin değil, inşa edilmiş doğrunun peşindedir. Bu yüzden düşünceye düşmandır;
çünkü düşünce doğrunun çoğul olduğunu, hakikatin ise sorgulamayla şekillendiğini hatırlatır.
Gerçeği sabitleyen iktidar, düşünceyle çatışmaya mahkûmdur. Zira sabit doğrular, yaşayan
aklın doğasına aykırıdır.
Bugün de bu korku sürüyor. Düşünen bir akademisyenin sesi, sorgulayan bir sanatçının sözü,
cesur bir gazetecinin kalemi, hâlâ güç sahiplerini ürkütüyor. Çünkü özgür düşünce, onları
kurdukları anlatının dışına çeker. Ve orada, anlatı yoksa, sadece çıplak gerçek kalır. Gerçek
ise, çoğu zaman iktidarın tahammül edemeyeceği kadar sade, sarsıcı ve dönüştürücüdür.
Düşünceden korkan bir düzen, uzun yaşayamaz.
Çünkü düşüncenin düşmanlığı, kendi çöküşünün ilanıdır.
Tıpkı Bruno'nun ateşinden doğan hakikat gibi:
Yakabilirsiniz ama yenemezsiniz.
Aklın Yolculuğu ve Engelleri
Bilim, çoğu zaman merakla başlar ama çoğu zaman da dirençle karşılaşır. Aklın yolculuğu,
yalnızca bilgiyi aramakla değil, bu arayışın önündeki engellerle savaşmakla da şekillenir.
Tarih boyunca bilginin ışığını taşıyanlar, bu uğurda ağır bedeller ödediler. Çünkü hakikate
giden yol sorularla ve aynı zamanda direnişle, yalnızlıkla, hatta ölümle döşeliydi.
Bruno, evrenin sınırlarını genişletirken yakıldı. Galileo, gerçeği teleskopla gösterdiğinde
susturuldu. Darwin, yaşamın kökenine dair bir açıklama getirdiğinde, inanç kaleleri tarafından
hedef gösterildi. Hepsinin ortak yanı şuydu: Gördüklerini anlatmak istediler, duyduklarında
ısrar ettiler ve akla olan inançlarından hiç vazgeçmediler.
Bilim, bir düzeni ve evreni anlamak için vardır. Ama ne zaman ki bu anlama çabası, kurulu
düzenin konforunu bozar, işte o zaman tehlike sayılır. Çünkü bilim, bazen inançla, bazen
ideolojiyle, bazen de ekonomik çıkarlarla çatışır. Gerçek, her zaman işitilmek istenen bir
melodi değildir.
Aklın yolculuğu kıvrımlıdır, dikenlidir, hatta bazen karanlıktır. Ama yolun kendisi zaten
bilimdir. Bilim, bilinmeyeni aydınlatmaya çalışan bir fenerdir. Bilimin ışığı, korkanları
rahatsız eder, çünkü aydınlıkta saklanabilecekleri bir yer yoktur. Bilim sorar: ''Neden böyle?''
Ve o soru, yerleşik düzenin, dogmanın, geleneğin karşısında sarsıcı olabilir.
Bilim adamı insanlığın vicdanıdır. Bazen susması beklenir, bazen susmazsa cezalandırılır.
Ama ne zaman ki bir bilim insanı gerçeği gösterici olarak öne çıkar, o zaman insanlık bir
adım daha ilerler. Aklın yolculuğu, laboratuvarlarda, zindanlarda, mahkeme salonlarında,
meydanlarda da sürer. ''Hakikati bilmek mi daha zor, yoksa onu savunmak mı?''
Bilimin bedeli ağırdır. Ama insanlık o bedeli ödeyenler sayesinde aydınlanır. Bugün o
meşaleyi taşıyan sensin. Fikirlerinle, sorularınla, yalnızlığınla… Ve belki de, bu satırları
okuyarak başladın bile. Çünkü düşünmek, artık cesaret işidir.