Romanın merkezinde yer alan isimsiz gencin, fiziksel hastalığı ve psikolojik çalkantıları
roman boyunca büyük bir değişim geçirir. Başlangıçta, hastalığı nedeniyle içine kapanık,
kırılgan ve umutsuz bir ruh hali içindedir. Ancak zamanla, yaşadığı hayal kırıklıkları ve
zorunlu ameliyat süreci onu daha olgun bir birey haline getirir. Özellikle Nüzhet'e duyduğu
aşk, onun duygusal gelişiminde önemli bir rol oynar. (Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir
Bakış I, 2001) İlk başta romantik hayaller kuran genç, zamanla gerçeklerle yüzleşerek daha
realist bir bakış açısı kazanır.
Nüzhet, başkahramanın ilgisini çeken genç bir kızdır. Başlangıçta ona karşı sıcak ve ilgili
görünse de, ailesinin yönlendirmeleri ve kendi tercihleri doğrultusunda Doktor Ragıp ile
evlenmeyi seçer. Bu durum, başkahramanın duygusal dünyasında büyük bir kırılma yaratır.
Nüzhet'in karakteri, roman boyunca bağımsız bir birey olmaktan çok, ailesinin ve çevresinin
etkisiyle şekillenen bir figür olarak kalır. (Kerman, Ahmet Hamdi Tanpınar, 1969)
Nüzhet'in babası olan Paşa, Batılı yaşam tarzına düşkün, disiplinli ve otoriter bir figürdür.
Başlangıçta başkahramana karşı şefkatli bir tutum sergilese de, kızını ona uygun görmez.
Roman ilerledikçe, Paşa'nın karakteri toplumsal statü ve gelenekler doğrultusunda hareket
eden bir baba figürü olarak netleşir. Paşa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda önemli bir
karakter olarak karşımıza çıkar. O, Batılı yaşam tarzına düşkün, otoriter ve disiplinli bir
figürdür. Roman boyunca, hem bireysel hem de toplumsal açıdan belirgin bir etkiye sahiptir.
(Kerman, Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Üerine Makaleler, 1969) Paşa, Fransız kültürüne
hayran, alafranga bir yaşam tarzını benimsemiş biridir. Dışarıdan bakıldığında merhametli ve
yardımsever gibi görünse de, aslında katı ve geleneksel değerleri önemseyen bir baba
figürüdür. Kızını, başkahramanla yakınlaşmasına izin vermeyecek kadar statü ve sosyal
beklentilere bağlı bir şekilde yetiştirmiştir. Başkahramana karşı zaman zaman şefkatli
davransa da, onun hastalığı ve sosyal konumu nedeniyle kızına uygun bir eş olarak görmez.
Batılı yaşam tarzına hayran olan Doktor Ragıp, romanın ilerleyen bölümlerinde Nüzhet ile
evlenme aşamasına gelerek başkahramanın hayallerini yıkan kişi olur. Başlangıçta sadece bir
doktor olarak görünen Ragıp, zamanla başkahramanın karşısında bir rakip figürüne dönüşür.
Onun varlığı, başkahramanın duygusal gelişimini hızlandıran ve gerçeklerle yüzleşmesini
sağlayan önemli bir unsurdur.
Başkahramanın tedavisini üstlenen Doktor Mithat, romanın ilerleyen bölümlerinde onun
iyileşmesini sağlayan kişi olur. Ragıp'ın aksine, daha içten ve işinin ehli bir doktor olarak
tasvir edilir. Başkahramanın fiziksel iyileşme süreci, onun psikolojik gelişimiyle paralel ilerler
ve Doktor Mithat bu dönüşümde önemli bir rol oynar. (Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir
Bakış I, 2001)
Roman boyunca karakterler, özellikle başkahraman, büyük bir değişim geçirir. Başlangıçta
hayalperest ve kırılgan olan genç, romanın sonunda gerçeklerle yüzleşmiş, olgunlaşmış ve
kendi içsel gücünü keşfetmiş bir birey haline gelir. Nüzhet, Paşa ve Doktor Ragıp gibi
karakterler ise toplumsal normlar ve bireysel tercihler arasındaki çatışmayı yansıtarak
romanın psikolojik derinliğini artırır.
Yaralı Ruhun Romanı: Safa'nın Kırılgan Genci
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'na adım atan hasta çocukla birlikte modern zamanların göğsüne
çöken ağır yalnızlık da girer içeri. Peyami Safa'nın kahramanı isimsizdir, çünkü bu acının bir
adı yoktur. Ne reçetelerde yazılıdır ne de ameliyat sonrası pansumanlarda bulunur. O acı,
modern hayatın içimize usulca soktuğu yabancılaşmanın ta kendisidir. Yabancılaşma bu
romanda bir hastalıkla başlar, ama en çok ruhta hissedilir.
Her yer beyazdır bu romanda. Beyaz duvarlar, beyaz önlükler, beyaz yastıklar… Fakat hiçbir
şey aydınlık değildir. Çünkü bu beyazlık, steril edilerek insanlıktan arındırılmış bir dünyanın
simgesidir. Koğuş, hastalıkların ve duyguların da tedaviden mahrum bırakıldığı bir yerdir.
Orada kalmak ruhsal bir suskunluğun zorunlu devamıdır. Başkahraman, modernleşmenin
bedensel tarafında; ağrılarıyla, sargılarıyla, ameliyatı bekleyen genç bir adamdır. Ama onun
ruhu, Osmanlı'nın eski kalbinden koparılıp Cumhuriyet'in gürültülü yalnızlığına atılmış bir
yolcu gibidir. Sevilmek ister, ama sevilmesi gereken kişi Nüzhet, modern yaşamın
sembolüdür; Paşa'nın mesafeli ve had bildirici tavrı, Ragıp'ın kendinden eminliği ve
Nüzhet'in kayıtsızlığı, bu çocuk ruhun üzerine kapanan modern dünyanın kalıplarıdır.
Koğuş, bir hariciye servisi değildir sadece; o, toplumdan dışlanan duyguların, bastırılmış
korkuların, görünmeyen acıların deposudur. İyileşmek için girilen bu yerde aslında unutmak
öğretilir. Kırılganlığı, bekleyişi, sevgiyi unutmak. Çünkü modern dünya, yalnızca güçlülerin
yaşamasına izin verir. Bu romanda, güç dediğimiz şey, artık ne kas gücüdür ne de fikir… Güç,
hissizliğe dayanabilme yeteneğidir.
Koğuşun kapısı açıldığında yalnızca bir hastane odası görünmez göze; içeriye sızan şey,
hayattan çekilmişliğin ve dışarıda kalan dünyanın kesik bir yankısıdır. Çünkü koğuş, dışarının
hareketine, kalabalığına, gürültüsüne karşı bir susturma odası gibidir. Oraya giren, yalnızca
ateşi ölçülen ya da röntgeni çekilen bir beden değildir. Aynı zamanda unutulmuş bir çocukluk,
görülmeyen bir acı, anlaşılmamış bir bekleyiş de girer içeri.
Peyami Safanın isimsiz genci, kapıdan içeri adım attığında, modern yaşamın duvarlarla
çevrili gerçekliğiyle yüzleşmeye başlar. Artık hiçbir duygu, sokakta rastlanabilecek bir yüz
kadar bile anlam taşımamaktadır. Hastalık, toplumun dışına düşmenin, sosyal görünmezliğin
de metaforudur. Kimse, onun acısını tam olarak duymayacaktır. Çünkü acılar bu yeni
dünyanın soğukluğunda steril hâle getirilmiştir.
Koğuşta zaman başka akar. Günler, tıbbi kontrollerin saatlerine göre şekillenir. Zihin, dış
dünyaya dair ne varsa bir kenara bırakır. Bu yüzden koğuşa girmek, fiziksel bir eylem gibi
görünse de, ruhsal bir terk ediliştir. Gencin hastaneye yatırılması, onun duygularının da
gözlem altına alındığı bir dönemin başlangıcıdır. O, tedavi edilmeyi bekleyen bir hastadan çok
anlaşılmayı bekleyen bir insandır. Ancak kimse bunu sormaz. Sadece tahliller yapılır, notlar
alınır, doktorlar gelir, gider…
Anlatıcının gözünden sunulan mekân, ruhun kendine dönmek zorunda kaldığı, aynalardan
arındırılmış bir iç dünya olarak belirir. Beton duvarlar, bir hastanenin sıradanlığından
süzülerek bir yalnızlığın kalıba dökülmüş biçimi gibi hissedilir. Kapılar kilitli değildir ama
çıkış da yoktur aslında. Çünkü çıkmak, yalnızca bedensel olabilir. Zihin ve ruh, o duvarların
soğukluğunda asılı kalır.
Başkahramanın sevdiği kız olan Nüzhet, birini sevip sevmediğini bile bilemeyecek kadar bir
başkasının biçimlendirdiği bir hayattadır. Babası Paşa'nın gözünde evlilik, sosyal güvenliğin
ifadesidir. Ragıp'la kurduğu bağ, onun dış dünyayla, doğru seçim olarak adlandırdığı yoldur.
Başkarakterin Nüzhet'e duyduğu aşk, bu yönüyle toplumsal duyarsızlığın açtığı bir yaradır.
Nüzhet, bir sevgili olamadan çekilir sahneden. Hasta gencin yerine doğru kişi gelir; Ragıp.
Statülü, güvenli, sağlıklı. Belki de sevmeyi hiç öğrenmemiş biri. Ama toplumun makbul
gördüğü bir erkektir. Roman bu kırılma üzerinden yalnızca bir aşk hikâyesi anlatmaz. Aksine,
bir sevginin nasıl toplum eliyle kıyıma uğratıldığını gösterir.
Başkarakterin gözünde Paşa, önce anlayışlı bir büyüktür. Onunla satranç oynar, arada
nasihatler verir. Ama bu yakınlık, koşulludur. Paşa, kendi sınırlarının dışına taşan hiçbir
sevgiye izin vermez. Başkarakterin hastalığı, yoksulluğu ve duygusal taşkınlığı, Paşa'nın
gözünde düpedüz bir tehdit olarak belirir. Kızının, böyle biriyle yakınlaşması, onun dünya
düzenine aykırıdır. Çünkü o düzen, ölçülere, kazanımlara, itibar çizelgelerine göre işler.
Doktor Ragıp ise Paşa'nın bu sistemine uygun bir figürdür. Sakin, saygılı, mesafelidir. Oysa
başkarakterin dünyası, eksikliklerden, korkulardan, belirsizliklerden oluşur. Ve tam da bu
yüzden, Ragıp'ın kazanması aslında bir dünyanın çöküşüdür. Sevginin, samimiyetin,
yoksulluğun ve hastalığın bir arada yaşama şansının kalmadığını gösteren sembolik bir
sonuçtur.
Bu iki adam; Paşa ve Ragıp, sistemin ete kemiğe bürünmüş halidir. Statünün soğukluğu,
sevginin sıcaklığına karşı koyar. Ve sonunda galip gelir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda
başkahramanın içsel yolculuğu, işte bu sessizlikte başlar. Dizindeki ağrıyla başlayan bu süreç,
zamanla kalbinin derinliklerine kadar uzanan bir olgunlaşma sancısına dönüşür.
İlk başta yalnızca bir çocuk gibidir o. Kırılgan, hayalperest, sevilmeye aç. Her şeye rağmen
umutludur. Nüzhet'i gördüğünde gözlerinin içi parlar. Çünkü ona göre sevgi, bu soğuk
dünyada hâlâ tutunulacak bir dal olabilir. Ama dünya başka bir yerdedir artık. Sevgiyi
yalnızca söylemlerle öven, ama ona yer bırakmayan bir yerde. Başkahraman, bu gerçeği
acıyla öğrenir. Hayallerinin birer birer yıkılması, onun gerçeklikle ilk defa yüzleşmesidir.
Anlatıcının içinde bir şey sessizce kapanır. Koğuşun koridorlarında yürürken, ayak sesleri
artık birilerine ulaşmak için atılmaz, sadece zihnine işlenen sesleri bastırmak içindir. Zira dış
dünyanın onun iç sesine verecek bir cevabı yoktur. O da dışarıyla konuşmayı bırakır.
Sessizleşir. Sanki ne kadar az konuşursa, o kadar çok anlaşılabilecektir. Ama olmaz. (Fromm,
SEvme Sanatı, 1985)
Ameliyat gerçekleşir. Vücut kurtulur. Ama hiçbir doktor, ruhuna dokunamaz. Çünkü kimse
orayı göremez. Oysa asıl kanayan orasıdır. Tüm roman boyunca en çok ağrıyan yer, diz değil;
kalptir. Ama kalbe dikiş atılmaz. Kalp, kendi kendine kabuk bağlamak zorundadır. (Fromm,
Sevme Sanatı, 1985)
Roman biterken sanki anlatıcı, içindeki çocuğu usulca bir yatağa yatırmış ve üstünü
örtmüştür. Koğuş geride kalır. Ameliyat odası sessizdir. Dışarısı hâlâ gürültülü. Ama anlatıcı,
artık o gürültünün içinde bir ses aramaz. Çünkü artık bilir ki, bazı acılar sağaltılmaz. Sadece
taşınır. Tıpkı sevilmeyen birinin sevgisi gibi. Tıpkı içimize gömdüğümüz ama hep orada
olduğunu bildiğimiz o eksik parça gibi.
Modernleşmenin Gölgesinde: Paşa Figürü Üzerinden Toplumsal Dönüşümün İzleri
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, yalnız bir gencin iç dünyasında yaşanan sarsıntıların ötesinde,
Türkiye'nin erken Cumhuriyet döneminde geçirdiği toplumsal kırılmaların da bir alegorisi
olarak okunabilir. Bu kırılmanın en somut sembollerinden biri, Paşa karakteridir. Paşa, Batı'ya
yönelen ama doğudan tam anlamıyla kopamayan, hem modernleşmenin nimetlerine hem de
geleneksel hiyerarşinin koruyucu kabuğuna tutunan bir geçiş figürüdür.
Onun otoriter yapısı, Fransız kültürüne hayranlığı ve sınıfçı bakış açısı; bireyin toplum
içindeki değerinin ahlakla, sevgiyle, statü ve uygunluk ölçütleriyle belirlendiğini gösterir.
Paşa'nın, başkahramana karşı zaman zaman sergilediği merhamet, sınıf farklarının ve
toplumsal kodların çerçevesi içinde sınırlandırılmış bir merhamettir. Nüzhet'in, hastalıklı ve
yoksul bir genci sevebilme ihtimali bile, Paşa'nın gözünde toplumsal düzene yönelmiş bir
tehdide dönüşür.
Romanın isimsiz genci, bireysel anlamda bir aşk kaybı yaşamaktan öte, sistemsel bir reddin,
sınıfsal dışlanmanın acısını da taşır. Paşa'nın kararları, yalnızca bir baba figürünün kızını
koruma arzusundan kaynaklanmaz; modernleşme sürecinde yeniden şekillenen toplumun,
kimleri dışarıda bırakacağına dair verdiği kararlardır. Böylece birey, sistemin kıyısında
kalmaya mahkûm olur. Sevgi, bu sistemin tanımadığı bir ayrıcalık haline gelir. (Taylor, 2011)
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş, yalnızca siyasal bir reformdan ibaret değildir. Bu değişim,
toplumun ruhunda, bireyler arasındaki ilişkilerde, özellikle de sevme biçimlerinde ve kimin
sevilmeye layık görüleceği sorusunda kendini gösterir.
Paşa figürü, bu bağlamda, modernleşmenin içerdiği çatışmalı değerleri temsil eder: Bir yanda
Batı'ya açılma arzusu, diğer yanda geleneksel sınıfçılığın devamlılığı. Ne tam anlamıyla
gelenekçidir, ne de özgürlükçü bir modernisttir. Romanın merkezindeki gencin yaşadığı
kayıp, bu sistemin dışında kalmış bir benliğin sessizce bastırılmasından doğar.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, bireyin içsel sancısıyla, toplumun dönüşüm sancısını paralel
ilerleten bir anlatıdır. (Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, 2001) Paşa karakteri
üzerinden, bir dönemin vicdanı, ikiyüzlülüğü ve geçiş sancıları okunabilir. Modernleşmenin
gölgesinde şekillenen bu dünya, toplumsal bir hastalığın taşıyıcısı hâline gelir.
Kaynaklar:
Fromm, E. (1985). Sevme Sanatı. İstanbul: Say Kitap. S. 19,38.
Kerman, Z. Hazırlayan. (1969). Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Üerine Makaleler. İstanbul: Dergah
Yayınları. S. 364, 122.
Moran, B. (2001). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I. İstanbul: İletişim yayınları. S. 231-234, 264.
Taylor, C. (2011). Modernliğin Sıkıntıları. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. S. 41-49.
Safa, P. (2017). Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. İstanbul: Ötüken Neşriyat