Bu başlığı okuyunca aklınızdan neler geçti, bilemem. "Kaç kilometre", olabilir. "Nasıl
gidilir", olabilir. "Neyle giderim", olabilir…
Peki, bir soru daha sorayım, oldu olacak. Vefa, sizce sadece bir semt adı mıdır?...
Kafanızı yeterince karıştırmanın verdiği "hazla (!)" yıllar öncesine götürüyorum şimdi de
sizleri. Hem de kırk altı yıl öncesine…
Henüz yirmi üç yaşında, bıyığı yeni terlemiş bir köylü çocuğu olarak Anadolu'muzun
kadim şehri Trabzon'da buluyorum kendimi.
Yıllarca köyümüzde kalaycılık yapan artık bizden biri olan Mustafa Amca'nın kardeşlerine
misafir oluyoruz. Esas atanacağımız yeri bekliyoruz büyük bir merak ve heyecanla. Yıl bin
dokuz yüz yetmiş dokuz. Terörün zirve yaptığı, her gün birkaç vatan elvanını toprağa düştüğü
karanlık günler…
Misafir olduğumuz evde el üstünde tutuluyoruz. Sanki biz ev sahibi, onlar misafir.
Görev yerinin belirlenmesi uzayınca, galiba üçüncü veya dördüncü gün evden adeta
kaçıyoruz. O kadar itibar ediyorlar, o kadar hürmet ediyorlar, o kadar üzerimize titriyorlar ki,
bu bizi rahatsız ediyor ve daha fazla kalmak istemiyoruz. Güç bela, bin bir dil dökerek ayrılıp
mütevazi bir otele geçiyoruz. Üç dört gün sonra da bizim görev yeri belli oluyor. Vali Bey'in
odacısının "Çok güzel, çok güzel… Paşalar gibi yaşarsın!" dediği eski
cumhurbaşkanlarımızdan Cevdet Sunay'ın memleketi Ataköy'ün yolunu tutuyoruz. Babam,
benim görev yaptığım her yere gitmiştir. Trabzon'a da gelmişti. Daha önce Eskişehir'de görev
yapan vali beyin paşalar gibi yaşayacağım bu yere atanmamda rolü oldu mu, bilmiyorum…
İki buçuk saat süren yolculuğumuzun bir saati mavi ile yeşilin kucaklaştığı bir
güzergâhta, bir saati, zümrüt gibi dağların sarmaladığı kıvrımlı yollarda geçti. Artık
gelmişizdir diye düşündüğüm andan itibaren de yolculardan birinin, önce şaka yapıyor
zannettiğim; "Hoca bak şu dağların tepesine çıkacağız", dedikten sonra da yarım saatimiz o
dolambaçlı yollarda geçti. Minibüsten indiğimizde akşam olmuştu. Herhalde bir otel olurdu
bu kasabada.
İki buçuk saatlik bir yolculuğun yorgunluğu ve kafamızdaki cevapsız bir sürü soru
dolanırken Ayaz ismindeki bir abi, ki burada görevli bir ormancı olduğunu sonradan
öğrendiğim birisi gayet samimi ve kararlı bir ifadeyle "buyurun, bize gidiyoruz", dedi. Bizi
hanımından ayrı, iki tane, benden birkaç yaş küçük, ağırbaşlı oğlu karşıladı. Onların da
samimi tavırlarıyla, büyük bir kuzinenin adamakıllı ısıttığı geniş bir odaya buyur edildik. Bu
sıcak ilgi bizi daha da rahatlatmıştı. Yemeğin arkasından çayın ve sıcak bir sohbetin ardından
en temiz yatakların serildiği odada istirahata çekildik. Ertesi gün göreve başlayacak, sonra da
oturabileceğim bir eve bakacaktık. Evet, Ataköy günlerimiz başlamıştı. Duyduğuma göre
Ayaz Abi rahmetli olmuştu. Mekânı cennet olsun.
Ben sosyal medyaya geç girdim. Girdikten sonra da bu kırk yıllık dostlara erişmeye
başladım. Beş sene önce sosyal medya aracılığıyla buluştuğumuz Hasan'dan ağabeyi Ahmet
Gemici ağabeyin telefonunu almıştım. Hastaymış. Aradığımda zor konuşsa da mutluluğunu
kelimelere yansıyordu. Konuşma bitip telefon henüz kapanmadan hanımına şöyle
sesleniyordu. "Tam kırk sene olmuş, kırk!... Vay beee!...Unutmamış…" Her bayramda
arıyorum kendisini. Allah şifalar versin.
Yazının başındaki soruyu cevaplamanın tam zamanı. Vefa, sadece İstanbul'da bir semt
adı değil elbette. Vefa; iyiliğe iyilikle, sevgiye sevgiyle, dostluğa dostlukla karşılık vermektir.
Hatta vefa, sadece iyiliğe verilen bir karşılık da değil, gerektiğinde ve şartlar uygun
olduğunda onların zor günlerinde de yanında olabilmektir…
Kıymetli dostlar, Ataköy hatıralarım öyle bir sayfaya falan sığmaz. Çünkü orası benim
ilk göz ağrım, öğretmen olarak gözümü açtığım, menfaatsiz sevgilerin, saaygıların
dostlukların yaşandığı, seyrine doyulamayan cennetten bir köşe… Ayrıca, Bakkal Bilal
Emüce'siz, Mustafa Korkmaz'sız, Murat Bakkaloğlu'suz, Ahmet Birlik'siz, Faik Liman'sız,
İhsan Yılmaz Türk'süz, Fikret Kamacı'sız ve daha niceleri zikredilmeden Ataköy anlatılmış
sayılmaz… Bu bir köşe yazısı. Öyleyse bitirmeli, diye düşünüyorum. Devamını yazarız
inşallah…
Bir vefa nişanesi olarak yazdığım ve "Sevdamız Birdir Bizim" isimli şiir kitabımın yüz
otuz dördüncü sayfasında yer alan "Ataköy" şiirimle sizleri baş başa bırakıyorum.
Selam olsun, Ataköy'e, Ataköylülere, arkadaşlarıma, dostlarıma ve öğrencilerime…
ATAKÖY
Kuralar çekildi bitince okul.
Gözümü bağrında açtım Ataköy.
Seve seve, fedakârca iki yıl
İlim, irfan, ışık saçtım Ataköy.
Cennete benzerdi her köşe bucak,
Sorgusuz sualsiz açıldı kucak.
Dostluklar yaşadım sıcak mı sıcak;
Sevgi ektim, saygı biçtim Ataköy.
Dört mevsimde rahmet ile yıkandım.
Çok zaman kendimi rüyada sandım.
Ekmeğini yedim, aşına bandım.
Billûr sularından içtim Ataköy.
Sebil edip yurda canı, cananı;
Kan ile yazmışlar şanlı destanı.
Sultan Murat, yiğitlerin harmanı…
Görünce kendimden geçtim Ataköy.
Ne zaman ki canlarımdan haber var,
Mutluluktan benim olur dünyalar…
Sevgim azalmadı bugüne kadar;
Sanma ki, ben senden kaçtım, Ataköy.
Kırk yıl geçti, hatıralar dün gibi;
Işıl ışıl, pırıl pırıl, gün gibi.
Fikret der ki; az bulunur sen gibi,
Ben seni severek seçtim Ataköy…
Fikret GÖRGÜN